“Depresyonda falan değiliz aslında. Sadece yalnızız ve korkuyoruz”

0
1225

“Depresyondayım” kelimesi artık söylemeye çok alışık olduğumuz bir kelime. Günlük stres, gelecek kaygılarımız, yalnızlık ve değersizlik hislerimiz, bizi bu halimizle ilgili bir tanım yapma eğilimine sokmaya başladığında, kendi kendimize koyduğumuz teşhisin tek adı oluyor ” depresyon ”

Oysaki depresyona içerik olarak baktığımızda, çok ağır üzüntü travmaların bizleri, günlük hayatında aşırı rahatsız ettiğine şahit olarak ciddi bir rahatsızlık görüyoruz. Yani bizde ki her stres hali ve problem, toplumun geneli ile mukayese edildiğinde bir depresyon değil aslında.

Depresyon kelimesi aynı diğer bir çok kelimenin anlamı değiştirdiğimiz sınıfa girmiş durumda. Herkesin her tanımlamayı aslına göre değil kendi algısına ve orjinal tanımına aykırı bir şekillendirme içine girdiğini görüyoruz.

Toplumda ciddi bir akademik eğitim almış psikolog ve sosyologların dönem dönem yaptığı araştırmalarda, yoğun stresin insanı nasıl etkilediğini hem istatistiki hem de ruhsal anlamda ortaya koydukları sonuçlarını okuyoruz medyadan.

Mesalâ yapılan araştırmalarda son on yılda anti deprasan kullanımının %27 oranında arttığını görüyoruz. ( Bu oran dünyada özellikle Avrupa’da %50 oranında ) Yani toplumlar artık yoğun stresin etkilerini genelde tavsiye usulü olmak üzere, eczaneden reçetesiz satılan ve kolayca ulaşılan hafif anti depresan ilaçlarla gidermeye çalışıyorlar. Yani beynin ve sinir sinir sistemini rahatlatan bu ilaçlar bizim en yakın dert ortaklarına dönüştü.

Bu ilaçların dışında bir psikolog ya da psikiyatrist’e gidebilme imkanımızın artmasıda insanın iç dünyasındaki gerilimin geldiği son durumu belgeliyor aslında. İstatistiki verilerde bunu kanıtlar mahiyette.

Meselâ yine Türkiye’de 2011’de 100 bin kişiye, 2.1 psikiyatrist düşerken bu oran günümüzde 3.5 seviyesine ulaşmış durumda. Gelişmiş ülkelerde her 100 kişiye 12 psikiyatr düşüyor.”

Ben tüm bu verilerden sonra konuyu belli yerlere bağlayacağım elbette. Öncelikle iletişimin teknolojik olarak kendini sürekli geliştirmesine rağmen, yaşadığımız iletişimlikten kaynaklanan bir sürü hezeyanlar taşıyoruz. Havadan sudan diye tabir ettiğim, iç dünyamızı ve ruhsal olumlamalarımıza uzak her konuyu, önemli olarak adlediyoruz beynimizde. Yani içsel dünyamız, duygularımız, insani melekelerimiz bizzat kendimiz tarafından bastırılıyor. Kendimizi sıkıntılı ve altından kalkamayacağımız bir yalnızlığın ortasına bırakıyoruz. Bu yalnızlığımıza aynı evi paylaştığımız anne, baba ve eşler bile dokunamıyor. Çünkü gereksiz bir mahremiyet barındırıyoruz. Duygusal ve manevi yaklaşımlar artık stabil ve ezbere bir davranış modeline dönüşüyor.

Korkularımızın, kaygılarımızın, hayallerimizin, sevinçlerimizin çok az bir bölümünü yansıtıyoruz sosyal çevremize. Bir herkesleşme dönemi yaşıyoruz fakat sanal bir herkese benzeme durumu bu.

Aynı yönlendirmelere, aynı paradigmalara, aynı zevklere, aynı polpüler kültüre ve aynı yaşam tarzlarına benzeşik yaşam tarzlarına yönlendirilmemizin sonucu aslında bu yalnızlığımız.

Bizi mutlu edecek farklıları, içinde yaşadığımız toplumun tarzına karşı bir başkaldırış gibi değerlendirip uzak duruyoruz. Hakbuki ihtiyacımız olan şeylerin içinde bu var. Yani kendiyle tanışık, kendiyle barışık bir yaşam anlayışına ihtiyacımız var. Beklentilerimizin belki de %80 i aynı paralelikte toplumla ( iç dünyamızın beklentileri kastım ) Bu etkileşimin bizi tek tip insana dönüştürdüğünün farkındayız fakat,içimizdeki ben’i ortaya koymaya ya üşeniyor ya da çekinir bir halde devam ediyoruz.

İnsanın kendine ait dar alandaki problerine, toplumun gidişatının sıkıntılı bir yerlere kaydığını, Tv kanallarında, sosyal medya haberlerinde görmekte bize ayrı bir umutsuzluk ve keyifsizlik ekliyor.Toplumsal çatışmalarımız da maalesef artarak devam ediyor. Çocuğa, kadına, hayvana yönelik şiddet, sağlık çalışanına yönelik şiddet, cinsel şiddet, aile içindeki şiddet,savaşlar, ekolojik dengenin bozulması ve siyasi çekişmeleri sanki bizim bireysel, kişisel sorunlarımız gibi kabul ediyoruz artık. Adelet sistemine güvensizlik de herkesleştiğimiz toplumda en baş problemlerimizden. Üstelik her hangi bir mağduriyet başımıza gelmemiş bile olsa, toplumla aynı tepkileri veriyoruz. Tamam empati yapamıyoruz fakat mantıkal olan bir tepkimede daha çok birleşiyoruz. Tüm bunlar psikiyatrik hastalıklarımızın artmasına ve ilaç tüketimine neden oluyor.

Ben çok şükür ki bugüne kadar kşisel anlamda bir psikolog yardımı görmemiş olsamda içimde kendimin görmediği dışarıdan akademik eğitim almış bir uzmanın beni incelemesini istiyorum aslında. Bir arkadaşın ve dostun size sizi anlatmasına kırılmaktan korkacağınız ya da sizi eleştirmesine açık olmayacağınız için, bir psikolog desteği eksiklik ya da artılarınızın oranını öğrenmek için mantıklıca geliyor bana. Yine psikolog ya da psikiyatri desteği alan bir çok arkadaşınız sizinde destek almanızı söylüyordur aslında.

İlaçlar çözüm gibi görünsede aslında değil. Geçici bir dönem sizi uyuşturması ve sakinleştirmesi bir çözüm değil bir geçiştirme aslında. Saf bir idrakla, kendinle objektif bir yüzleşmeyle, kendini ve başkalarının hatalarını daha kabul edilebilir ve affedilebilir bir anlayışa sahip olmakla ve iç dünyanıza dokunacak kaynaklara ulaşıp sahiplenmenizle aşırı stresten, depresyondan ve takıntılarınızdan kurtulabilmeniz mümkün bence.

Bu yukarıda saydıklarıma bir de tevekkül’ü ekleyebilirseniz yıkılmaz bir içten dünyasına sahip olursunuz.

Bana “peki tüm bunları sağlayabildin mi” diye soranlara “tabiki sağlayamadım” diyorum. Sağlama ve farkında olma gayretimse hiç azalmıyor çok şükür. Çünkü ben bu durumumu, sorunların çözüme giden yolları bularak, isteyere ve inanarak yoluma devam ediyorum. Sağlıklı bir kafa yapısına sürekli olarak sahip olmak çok zor olduğu bu böyle bir zamanda başka yapılabilecek eylemde yok zaten. Yardıma hem alma hem de verme anlamında değer veren insanlar bulup, onlara sıkı sıkı sarıldığınızda (ama en önce ve en başta yaratıcımıza tabi ) hayatın karışık ve her sapağı çok bilinmeyenli denklemlerini çözmek işimizi daha bir kolaylaştırıcak gibi duruyor bence..